top of page

TÜRKİYE DE SOL NEDEN İNTİHAR ETMEYİ SEÇTİ?

TÜRKİYE’DE SOL NEDEN İNTİHAR ETMEYİ SEÇTİ?

 

İÇİNDEKİLER:

1-GİRİŞ                                                                                                                              2--3

2-SOL NEDİR? BİR İHTİYAÇ MI YOKSA KEYFİ İTİRAZMI?                               3--8

3-AVRUPA DA SOL NEREDE KENDİNE YER BULUYOR                                  9--11

4-ABD SOL VAR MI?                                                                                                     12--13

5-ÇİN VE RUSYA SOL DEĞERLERİN SAHİBİMİ?                                               14--16

6- FUKİYAMA YANILDI MI?                                                                                         17--18

7- TÜRK SOLU KENDİNİ NEREDE    KONUMLANDIRDI?                               19--22

  (LİBERAL SOLMU, SOSYALİST SOLMU, YOKSA HEPSİ BİRARADA MI)

8-SOL NEDEN İNTİHAR ETMEYİ SEÇTİ                                                                23-25

9-SONUÇ                                                                                                                         26

10-KAYNAKLAR                                                                                                             26                                                                                             

 

1-GİRİŞ

Bu çalışmanın temel amacı, sol düşüncenin eylem ve politikalarını, günümüzdeki geçerliliğini değerlendirmek, buna ilişkin yeni kavram ve yöntemleri ele almak ; "tarihin sonu" söylemiyle ilişkilendirilen ideolojik yenilginin hakikatte olup olmadığını ortaya koymak varsa da nedenlerini tartışmak; solun politika üretme ve alternatif oluşturma konusundaki yetersizliklerini analiz etmek; ayrıca kapitalist sisteme entegrasyonunun hızla gerçekleşmesinin ardındaki şaşırtıcı dinamikleri değerlendirmektir.

Bu metnin kaleme alınmasını sağlayan, harekete geçiren, Carl Gustav Jung ‘un “Yalnızlık; insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsanın önemsediği şeyleri başkasına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder” sözüdür. Bu nedenle söz konusu makalenin ön yargıdan uzak, tarihin gerçeklerine sadık kalarak, şahsi görüşleri içerdiğini belirtmek gerek.  Metin hazırlanırken özellikle, Kruger ve Dunning’in çalışmalarında ele aldığı yöntemler göz ardı edilmemiştir.  Aşağıda ele alınan tezler bu nedenle, bilgi ve akılla, onun ilkeli kurallarına sadık kalarak yazılmaya çalışılmıştır. Diğer bireylerin düşünceleri göz ardı edilmemiş, yanlış ve eksik bilginin hafızalara kazınmasını engellemek için kötü tercihler kullanmamıştır.

Sol ideoloji, kendisine ait olduğunu iddia ettiği eşitlik, özgürlük, adalet ve bireysel serbestîye gibi değerlerin ahlaki tanımlarını sahiplenme ve koruma iddiasındadır. Ancak bu değerler karşısında sergilediği tutarsızlık, sağ düşünce karşısındaki eleştirel tavrını eylemsel bir politikaya dönüştürememesiyle belirginleşmektedir. Bu bağlamda, solun kendi değerlerine olan sadakatini sorgulamak ve bu değerleri koruyacak politikaların eksikliğini ele almak çalışmanın temel izleğini oluşturmaktadır.

Çalışmada, "Tarihin Sonu" (Francis Fukuyama)’nın tarifine karşılık ortaya koymaya çalıştığım "Tarih Şimdi Başlıyor" ve "Tarih Her Zaman Yeniden Yazılacak" gibi farklı tarihsel perspektifler üzerinden ideolojik dönüşümler değerlendirilecektir. Ayrıca farklı kıtalarda sol düşüncenin tarihsel, sosyolojik ve ideolojik evrimleri kısaca ele alınarak, bu düşüncenin küresel düzeydeki yakınlıkları, sapmaları ve çelişkileri analiz edilecektir. Nihayetinde, Türkiye’deki sol entelijansiyanın sosyal, coğrafi ve politik değişimlere karşı tutumu incelenecektir. İdeolojilerin temelinde ihtiraslar yatmaktadır. Nihayetinde her politik yaklaşım, ideolojik sadakate bağlı kalmaksızın kendi ihtiraslarını yaratma potansiyeline sahiptir. Evrensellik-süreklilik paradigmasına kolayca uyum sağlama özelliğini içinde barındırdığından diğer başka otoriteler üzerinde tahakküm kurma eğilimi gösterebilirler. Bu tahakküm, bilinçdışı yapıdan sıyrılarak gerçeklik ve canlılık olgusu üzerinden meşrulaştırılır. Egemenliğe ulaşma biçiminin ahlaki yapısı sorgulanmaksızın, bireylerin bu yapıya biat etmesi ve ona ihtiyaç duyması sağlanır.

Bu nedenle ideolojik aygıtlar, mensupları tarafından mistik bir güç olarak tanımlanırken, karşıtları için şeytanlaştırılmış bir figüre dönüşür. Bu durum, gargoyle heykelleri metaforuyla açıklanabilir: Kiliselerin en yüksek noktalarına yerleştirilen bu heykeller, kötülükleri uzak tutmak için kullanılırken aynı zamanda korkunun eşikte beklediğini simgeler. Günümüzde ideolojik aygıtlar da benzer şekilde, değiştirilemez bir olgunluk düzeyine ulaşmış ve korku üzerinden tahakküm kuran yapılar haline gelmiştir.

Avrupa’da sol düşünce, tarihsel ihtiraslarını ve siyasi aktörlerini büyük ölçüde yitirmiştir. Türkiye ise genç bir cumhuriyet olarak bu akımın devamlılığına duygusal bir bağlılık göstermiş, ideolojik tanımları biçimsel düzeyde benimsemiş ancak esasen içselleştirememiştir. Bu durum, Türkiye’de sol düşüncenin varlığını tartışmalı hale getirmiştir. Küresel düzeyde ulus devlet kavramı çözülmekte, çok kutuplu bir dünyada milli kimlikler ve sınırlar giderek karmaşıklaşmaktadır. Geçmişte tanrılaştırılan devlet ve ülke kavramları yerini bireyin tanrısallaşmasına bırakmaktadır.

Bu dönüşüm, bireysel siyasi ihtirasların dinsel bir anlam kazanmasıyla birlikte daha belirgin hale gelmektedir. Örneğin, ABD Başkanı Donald Trump’ın siyasi pratiği, bireyin kutsallaştırılmasının somut bir örneği olarak değerlendirilebilir. Günümüzde işverenler ve emekçiler için temel motivasyon maddi çıkar arayışıdır. Bu çıkar gruplarını temsil eden yapılar, hizmet edecekleri ideolojik zemine göre şekillenmektedir. Sol bu bağlamda belirleyici değil, belirlenen bir konumda kalmıştır. Özgürlük kavramını sıkça dile getiren sol düşünce, tarihsel olarak üstünlük kazanan ideolojiler karşısında yazarlar, sanatçılar, bilim insanları, edebiyatçılar, felsefeciler ve din adamları aracılığıyla kendi değerlerine sadakat gösterememiştir. Irk ve din temelli siyasi ihtiraslar arasında bölünerek, özgürlük idealini hizipler arasında harcamıştır.

Sol aydınların, eğitimsiz ya da modern eğitimli bireylerin doğrudan sonuç alma beklentisiyle radikalleşmiş toplulukları “özgürlük neferi” olarak tanımlayıp sahiplenmesi, solun entelektüel acizliğini gözler önüne sermektedir. Bu çalışma, sol düşüncenin günümüzdeki krizini ideolojik, sosyolojik ve politik düzeyde ele alarak hem küresel hem de Türkiye özelinde yaşanan dönüşümleri analiz etmektedir. Solun kendi değerlerine olan sadakatsizliği, politika üretme konusundaki yetersizliği ve kapitalist entegrasyona karşı direnç gösterememesi, ideolojik bir çözülmenin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, solun yeniden tanımlanması ve günümüz koşullarına uygun bir alternatif üretme kapasitesinin geliştirilmesi gerekmektedir.

 

 

 

2-SOL NEDİR? BİR İHTİYAÇ MI YOKSA KEYFİ İTİRAZMI?

Bundan yıllar önce, 1789 tarihinde, Fransız Devriminin; giyotinde, geçmişin acımasız saltanat ve sömürgesinin boyunlarının sepetlere aktığı zamanlara yakın bir tarihte, Fransız genel meclisinde soylular kralın sağında, avam tabakası da solunda oturuyordu. Kralın sağında oturanlar sağcı, solunda oturanlar ise solcu olarak anıldı.   Hiç şüphe yok ki, bunun tersi de olabilirdi. Kralın solunda oturanlar Ancien Régime ve Bourbon monarşisine karşı çıkan, devrime ve demokratik cumhuriyetin kurulmasına, toplumun laikleşmesini destekleyenler, sağında oturanlarsa Ancien Régime'in geleneksel kurumlarını destekleyenlerdi.  Sol tanımın, dindeki karşılığı daha ürkütücü ve çok fazla abartı içermektedir.  Hristiyan din anlayışında, cemaatler ve mezhepler arasındaki kavga kendilerinden olmayan fikirleri ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle    Batı okültizminde, pis, ahlaksız olarak kabul edilen dinleri tanımlamak için kullanılmıştır. Latince anlamı, sinister’den gelmektedir. Kötü olan, karanlık olandır.  Yahudilerde karanlık anlamına gelen “smowl" (sol) kelimesi kullanılmıştır.

Solcular, avamın her zaman destekleyicisi görünmeye çalışmıştır. Avam takımı onlara göre ezilen, emeği çalınan taraftı. Avamı temsil edenlerse işsiz, eğitimsiz, göçebe, toprak sahibi olmayanlardı. Toprak sahibi ve mülkiyet meselesi burada karşımıza çıkıyor. Soylular karşısında konumlanacak olan solcular için mevcut gidişatta, toplumun; kralın beklentileri doğrultusunda yürümesine imkân veren hiyerarşisine karşı çıkmak ve eşitliliği savunmak doğru olacaktı. Öyle de yaptılar. Bu noktada hizipçiliği kendilerine şiar edinmiş olanlar salt kralı devirmek için değil, iktidarı ve onun nimetlerini ele geçirmek için savaşıyordu. Savaşın gücü ve otoritesi, yıkıcı moda sahip, kendi siyasi histerilerine hükmedecek gruba itaat etmeyi ama daha öznel durumda kendini bu gruba yandaş olarak görmeyi heveslenmiş mülksüzler ve işsizler tarafı olacaktır. Sol fikrin kendisi bu bağlamda, salt ekonomik, sosyal devrimlerle kendine ideolojik bir tanım yaratmamıştır. Aksine bir güç olarak savunma değil özellikle saldırı içerikli radikal eylemlere başvurmuştur.

Düzeni bozanlar, yeni düzen sahibi olduklarında, düzeni bozan başka yenilere düzeni bozdukları için saldırdılar. Sol tanımı belirlemek için, kendini sol ifade kategorisine sokan görüşlerde bu karmaşık tanıma ilave oldular. Marksistler, anarşistler, nihilistler, sosyal demokratlar, liberaller…v.b. kendilerini sol kavramının değişmez parçası ve tamamlayıcısı olarak gördüler. Sol terimi, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki liberalizmin ve Fransa'da cumhuriyetçiliğin karşılığı oldu.   

Sovyetler Birliğinin çöküşüne karşılık, kapitalizm ve küreselcilerin egemen olması, Fukiyema’nın Tarihin sonu makalesini yazdırtacak sonuçlar doğurmuştur. Fukiyemanın tezine katılmakla beraber, tarihin son bulmadığını, değişim ve dönüşümüm sürekli olduğunu düşünüyorum. Kapitalizm galip gelmiştir. Bundan sonra kendi iç dinamikleriyle bir savaş yaşayacaktır. Bu savaşın taraflarını sol jargonlarla taraf haline getirmek isteyenler yenilgiye teslim olacaklardır.

 

 

Değişim bundan böyle liberalizmin ve kapitalizmin farklı bir tonu olacaktır. Sol düşüncenin kendisi kapitalizmin karşısında, sosyalist renk tonuyla karşı dursa da sosyal ve siyasi tavır gücü ve yetisi olmayacaktır.  Geriye sadece romantik devrimcilik söylemleri kalacaktır. Nihayetinde Rusya’nın dağılması, Çin’in geldiğimiz noktada kapitalist modelle dünyaya meydan okuması bunun soncudur.

20. yüzyıllarda öne çıkan işçi hareketi, sosyalizm, anarşizm, komünizm, Marksizm, kendi yüzyılında klasik kapitalizme net eleştiriler getirememiştir. Feminist hareket, LGBT hakları, kürtaj, çok kültürlülük, savaş karşıtı, özgürlük hareket, yabancı düşmanlığı, çevre hareketleriyle kendini bir yere konumlandırmıştır. Sol düşünce kaçınılmaz olarak, geçmiş alışkanlıklarıyla romantik bir evrende yaşamaya devam ediyor. İktidarın ve onun kurumlarının karşısında sadece var olabilmek adına kendini konumlandırıyor.  

Öyle olmasaydı, sol akımın coğrafi adlandırılmasında tezatlıklar ve karmaşıklıklar karşımıza çıkmazdı.  Birleşik Krallık'ta İşçi Partisi küreselci ve kapitalisttir. Buna karşın Zimbabve Afrika Ulusal Birliği sosyalist ekonomiyi ısrarla savunmaktadır. Var olanı yok sayma teşebbüsü, görmezden gelme çabaları nihayetinde Sol’un asıl ihtiyaç duyduğu konumlandırmanın liberalizm olduğunu ortaya koymaktadır. Liberalizm olmadan, kapitalizmin kendisine karşıtlık yaratacak fikirler üretemeyecektir.

Tarihin sonu, ülkelerde sol fikrin tanımı değiştirmiştir. Sosyal demokratlar, Liberal sosyalistler, demokratik sosyalistler şeklinde kendine yeni dikilmiş tanımlara sığdırmıştır. Türkiye de sol düşünce akımları da serbest pazar kapitalist politikaları takip etmiştir.  Örneğin Türkiye’de Kurtuluş Mücadelesi sonrası sol akım, kurucu kadroların oluşturduğu tek partili sistemin sözcülüğünü üstlenmiş yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Ne kapitalizm ne de Sosyalizm “Üç dünyacı” düşünce akımıyla karma modeli önermişlerdir. Cumhuriyetin kurucu kadroların bu şekilde bir önerme içine girmeleri anlaşılabilir niteliktedir. Yıkımdan çıkmış bir ulus olarak, kendini konumlandıracak alan batının kapitalist modelidir. Ancak savaştan sonra güçlü bir vatan yaratma çabalarına karşın onu koruma psikolojisi devreye girmiş ve çift siyaseti gündemine almıştır. Bu stratejisi günümüzde de devam etmektedir.

Sol fikrin kendine sığınma yeri olarak seçtiği coğrafyalar ve terminoloji; işçi sınıfı, işsizler, yoksul devletler ve coğrafyalar olmuştur. Karşıtlık prensibi gereği kapitalizmin kendine sömürge olarak seçtiği alanın yanında muhafaza eden kimliğine bürünerek eylemsel konuma geçmiştir. Oysa görülecek ki bu konumlanma, yeni bir paradigma sahibi olarak bölüşümün tarafı olmaktır.  Özgürlük ve Sosyal adalet sol fikre bırakılmayacak kadar önemlidir. Burada solun savunduğu özgürlük, yalnızca siyasi baskıdan kurtulma anlamına gelmemektedir.  Çok daha tehlikeli olan kurumlardan, idareden ve onların organlarından kurtulmak anlamına gelmektedir. Bu akıma özellikle Anarşistlerin hayranlıkla sarıldığını, özellikle Nihilistlerin havai fişeklerle kutlayacak kadar taptıkları bir yapıya kavuşmuştur. Marksistler bu konuda kendi kurum ve organlarını devlet bünyesinde tutarak farklı bir pozisyona girmiştir.

 

Sol ideoloji özgürlüğün tanımı ürkütücü yere konumlanmıştır. Sosyal kısıtlamalardan kurtulmak özgürlüğün olmazsa olmazı pozisyondadır.  Sosyal kısıtlamaların nedeni, devletin organlarıdır. Nihayetinde kapitalist devlet egemenlerin devletidir. Oysa sosyalist devlet halkın devletidir. Sovyetler belki de bu yüzden yıkılmıştır kim bilir. Sosyal adalet gibi kavramları dilinde düşürmeyen solun söylemlerde bıraktığı kanun önünde eşitlik ya da vatandaşlıkla ilgili hak iddiası ortadan kalkmıştır. Kendi ideolojik travmaların sonucunda ayrıcalıkların, hiyerarşilerin, malların eşitsiz dağılımının üstesinden gelinmesini öncelik haline getirmesi sadece kendi kayıplarının telafisi içindir.

Tarihin sonunda, Marksistlerin ve Anarşistlerin, özel mülkiyetinin ortadan kaldırmasını istemelerinin, halkların ve bireylerin gözünde romantik eşitlik ifadesi çekiciliğini kaybetmiştir. Sol ideoloji savaşlara ve soykırımlara karşı verilen haklı insani mücadelenin varlığını, kendi eşitlik, özgürlük anlayışına kurban etmekte, kendini bunun savunucusu konumunda güçlü bir mit haline getirmeyi hedeflemektedir.

Rusya ve Ukrayna savaşında takınılan tavırlar, Suriye iç Savaşı, sınır aşan göçler, Gazze’de yaşananlara karşı Batı’nın romantik solcularının izlediği politikalar bu mitsel çabalarından öte değildir.

Sol düşünürlerin, mitselmiş kalıpları vardır. Sağ fikrin görüşleri onlar için yersizdir, basit ve sıradandır. Tartışılacak bir rakip değil, kaçınılması geren bir hastalık olarak görülür. Sol düşünürlerin; eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarına soyut bir anlam kazandırıp, gösterdikleri bağlılıklar sahtedir. Öyle olmasaydı dünya da yaşanılan insani krizlere verecekleri tepki daha somut olurdu. Soyut bir ideal, anlamlı bir gerçeklikmiş gibi her zaman amaçlarına hazır halde tutulmuştur. Hayali bir toplum düzeni tasvirleri salt soyut olarak idealize edilmiştir.

İdeolojik tanımlamaları soyut ancak kendilerini konumlandırdıkları alanlar somut olmuştur. Eylemsel somut denemeleri daima başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sovyetler Birliği ve Çin buna en güzel örneklerdir. Günümüzde, geçmişten beri idealize ettikleri ideal toplum hayalinin somut tanımlamalarını görememekteyiz. Sadece kör bir inançla besledikleri radikal mücadelelere zemin hazırladılar. Unutmamak gerekir ki, eşitlik adına yapılan her şey her zaman iyi olan değildir. Çoğu vakit eşitlik kavramı adaletsizliğin hastalıklı parçası olacaktır. Bu nedenle sol fikir, eşitlik uğruna iktidarların diğer değerleri silmesini bekler.  

Gerçekte olan ve kapitalist dünyanın bilmesi gereken önemli nokta şudur: Sol’un kendisi için beslenme kaynağı olarak gördüğü sınıflar arası fark, ellerinde siyasi güç haline gelmeyecek kadar önemlidir. Kapitalist ve liberal devletlerin, siyasal çatışmaları kaldıracak şekilde sınıflar arası farklılığın ortadan kaldırılması gerektiğini bilmesi gerekiyor. Piyasa güçleri; bireysel gelişim ve toplumsal üretkenlik artışının, uzun vadede gelirleri ve yaşam koşullarını iyileştireceğini göstermek ve buna dair kanıtları ortaya koymak zorunluluğu vardır.

 

Yine de haksızlık etmeyelim, sol düşünürler içerisinde radikal tepkiler yerine, kapitalist sistemin kendi içindeki açmazlarda, toplumun yoksul kesimlerinin sendikal oluşumlarının, yeniden dağıtım odaklı kamu müdahalesinin üretim sürecinin merkezinde olmasını savunmaları anlaşılır ve kabul edilebilir niteliktedir. Lakin bugün sendikalarında tarihe yenildiğini görebiliyoruz. Piyasa güçlerinin tanımı artık sadece işverenlere ait değildir. Siyaset kurumları, sendikalar, iş insanları ve nihayetinde devlet bu gücün birlikteliklerini ortaklaşa kucaklamaktadır. Sağ ve sol arasında yaşanan tartışma-çatışma noktası, yeniden dağıtım odağından, bunun kamu otoritesinin müdahale becerisinden ayrışması üzerine kurulmuştur. Adalet, özgürlük, eşitlik ilkelerini bu nedenle sol fikrin öznesi olarak ele almak ne kadar doğru olur bilemiyorum. Devletlerin asli görevleri arasında en çok önemli olanların, eşitsizlik kavramını ortadan kaldırması, adaletin ve güvenirliğin sağlanması yer almaktadır. Bunları sağladığı sürece güçlü ve güvenilir olacaktır.  

Sanayi devrimiyle birlikte, sosyal eşitsizlik, malların yeniden dağıtım sorunu, sermaye-emek, kar- ücret, işverenler-çalışanlar arasındaki ilişikleri daha karmaşık hale gelmiştir. Bunu fırsat bilen sok ideoloji, çatışmayı bu kavramlar üzerinde daha karmaşık hale getirmiştir.

Sol ideoloji, eşit dünya için, üretim araçlarına sahip olup buradan gelir kazananlarla, bunlara sahip olmayıp gelir kazananların arasındaki sahiplik kavramının kaldırılması fikrine sarılmıştır. Eşitsizlik, sermaye mülkiyetinin eşitsiz paylaşımıdır fikrine sığınmıştır. Düşünsel en büyük hataları sermaye sahipleriyle emekçileri homojen birer grup olarak görmelerinde yatmaktadır. Emekçilerin elde ettiği gelirin eşitsizliği onlar için yeterli önemi görmemiş ve değerlendirmeye alınmamıştır. Eşitsizliği, salt sermaye emek üzerinden değerlendirmiştir.  Sol düşünce, üretilen gelirin bir bölümünün sermayeye gitmesi durumunu sosyal adaletsizliğin temeli saymıştır.

Sol düşünce, kendini tezatlık normları üzerine konumlandırmıştır. Nonkonformist (toplumun kurallarına uymayan) davranışlar sergilemiştir. Toplumun sahip olduğu değerleri ve öncelikleri benimsememiş, toplumun kurallarına değerlerine uygun davranmamıştır. Ülkelere sahip olduğu kültürel değerler, ahlaki normlar vatandaşlarında bu esaslar dahilinde hareket etmesini sağlar. Bireyler bu sayede herkes gibi olmaktan mutluluk duyarlar. Toplumların, seçkinler-azınlıklar şeklinde ayrılması salt ekonomik değerlerle değil, sosyal ve ahlaki normlarla da belirlenmektedir. Buradaki ayrışma sınıfsal bir ayrışma olarak görmek, meseleyi salt ekonomik bağlamda konumlandırma ve pekâlâ anlamlandırma gayreti olarak görülür. Oysa kısmi bir hakikat barındırsa da vatandaşların yaşam koşulları yansıra, kültürel beceri ve bakışları, ahlaki normları, her türlü inancı, bu farklılığın oluşmasında rol sahibidir.

Sol düşünce bu ilkeyi görmezden gelerek sadece hakikatin önüne set çekmek dışında bir çaba göstermemektedir. Bu işin romantizmi; edebiyatta, öyküde, şiirde, romanlarda ve sahne sanatlarında kalamayacak kadar değerlidir. Sol düşünce bunu anlamadı ya da anlamak istemedi. Hakikat olan, toplumun farklı sınıflarının kendi içerindeki farklı görüşlerin içerisinde aramak gerektiğidir.

Entelektüel yaşamda sahte aydının, kalifiyeli olmayan ve hiçbir zamanda olmayacak olanların kafa yapılarında saklı kalan ayrışmayı kabul etmemek vatandaşların görevidir. Emekçi kitlenin, kendisine haksızlık edip, bugün gerçekten soylu kafa yapısında olduklarını bilmeleri gerektiğini hatırlatmak gerekmektedir.

Günümüz insanının farklı siyasi akımlara yönelmesi onun ahlak tanımını bu görüşler doğrultusunda anlamlandırmasının önünü açmıştır. Muhafazakâr olmanız sizi erdemli ve ahlaklı, liberal olmanız sizi ahlaksız ve erdemsiz yapmıyor. Sol fikrin bu nedenle sağlıklı ve özgür bir toplum vaadi asılsız ve gerçek dışıdır. Nihayetinde insanların emekçi sınıfa dahil olması onun liberal ve muhafazakâr olup olmamasını belirlemez. Bu nedenle ezilenler ahlaklı, ezenler ahlaksız bir tanımlama sürecini kolayca yapacaklardır. Kitle insanı eski ahlak kuruluşunu bir yenisiyle değiştirmek için kaldırıp atmaz. Ahlak kurallarına bağlı olmayan bir yaşam sürmeyi dilediği için kaldırıp atar. Bugün dünyanın başka coğrafyalarında yaşanan insani, dramların tarafları kendileri ahlaklı, diğerlerini ahlaksız tayin etmektedir. Sol radikal eylemleri benimseyen, sonrasına kimlik değiştirilerek Marksist yönelimden milliyetçi söyleme evrilen terörize gruplar özgürlük savaşçısı olarak adlandırılması sıradanlaşabiliyor. Özellikle devlet-ulus kavramını şiddetin asıl kaynağı gören sol düşünce için düşman oldukları devletin yıkılmasını hedefleyen grupları kahraman görebilecek pozisyonlar alabilmektedir.

Kendini bu kitlenin entelektüel aydını görenlerde iktidarın kurumsal yapısını küçümseyip azınlık olan grubun terörünü meşrulaştırma çabasına görmektedir. Sol fikrin kendini hakların tek koruyucusu, devrimci görmesi, sadece bir illüzyon ve maskedir.  Zaman onların mağlubiyeti üzerine konmuştur. Gerçek düşünce koyacak bir gerçeklikleri yoktur.  Yaşamın, tüm zorunlulukları yansımaları ve nedenini araştırmaksızın kendilerine kurdukları maskelerin çıkarılması gerekiyor.  Nihayetinde asıl olan liberalizmin insanın doğasına uygun tavrıdır. Bunun eksiklikleri ve sağlıklı uygulanmaması sistemin kendi içinde yenilenecek bir durumdur. Sol asla yeni bir tarih yazamayacaktır. Bundan sonra tarih sadece liberalizmin farklı tonlarında hareket edecektir.

 

 

 

3-AVRUPA DA SOL NEREDE KENDİNE YER BULUYOR

Sol bitti, yaşasın Yeni sol!

Yeni sol kavramı, Avrupa’da, Latin Amerika’da ve Çin’de de ülkelerin coğrafyalarına, geçmiş tarihsel ve sosyal travmalarına özgü tanımlanmış şekilde kullanılmaktadır. Yeni sol kavramı, Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da 1950'lerin sonu, 1960 yılların başında radikal söylemlerin öğrenciler arasında kendine yol bulduğu, çatışmaların salt kapitalizmle sınırlı olmayıp bilhassa sol guruplar arasındaki çatışmaların yoğun olduğu bir dönemde kullanılan bir kavramdır.

Yeni sol, esas itibariyle ideolojik, kültürel teorik söylemlerle kendine yer bulmaya çalışmıştır. Özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin hegemonyasına karşı itiraz sesi olarak ortaya çıkmıştır. Her ne kadar kabul etmeseler de Batı’nın Kapitalist ruhunu yansıtan bir davranış moduna sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yeni sol, Stalin ve Nikita Kruşçev gibi liderlerin baskıcı otoritelerinin varlığı yerine farkında olmadan kendini anlamlandıracak ve tarif edecek liberalizmi programına almıştır.

Bu yeni karışım, sosyal demokrat görünümlü liberalizmin ortaya çıkmasını sağladı. Soğuk Savaş bu sürecin hızlanmasına neden olmuştur. Yeni sol, artık eşitlik ve özgürlük peşinden değil, kendini konumlandıracak mekâna uygun başka değerler üretmeye başladı. Çevrecilik ve Kadın hakları, feminizim söylemleri, günümüzde hayvan hakları, LGBT hakları şeklinde yeni değerleri hedef olarak belirlemiştir. Sol artık tarihe gömülmüştü. Bunun açıkça dillendirilmesi için epey bir zamana ihtiyaç vardı.

Kabul etmeliyiz ki, Avrupa’daki sol, liberal düşüncenin doğduğu coğrafyada kendini yeniden tanımlamaya çalışmıştır. Ancak asla kendine özgü bir teorisi geliştiremedi. Salt liberalizmin insani değerler üzerinde vurguladığı noktaları dillendirmesi, yarattığı seçeneklerin teorik ve deneysel etkinliğinin romantizm yükü taşıması onlara yetiyordu. Frankfurt Okulunun savunduğu söylemlerde esasında liberalizmin özeleştirisinin bir parçasıdır. Sol’un söylediği farklı bir değerlendirme değildir. Endüstriyel kapitalizm, insanlığın tüketim hırsı, kitle iletişim araçlarının kontrolü, toplumun manipüle edilmesi kapitalizmin kendi içindeki revizyona yönelik özeleştirisinin kendisiydi.

 

BİRLEŞİK KRALLIK

1830 yıllar, Birleşik Krallık’ta sanayileşmenin arttığı, işçi sınıfının eylemlerinin şiddet potansiyeli taşıdığı, liberal etkinin arttığı dönemlerdir. Aydınlanmacı-evrensel insanlık değerler yerini ulus, toplumsal cinsiyet ve sınıf farklıkları almaya başlamıştı. Liberaller bireyin hakları üzerinde dururken, sosyalistler toplumsal, kollektif hakları savunmuşlardır.

1835-1837 yıllarında demiryolu inşasında gelişmeler, işçi istihdamının artmasına neden olmuş, bu da siyasi baskı oluşturacak noktaya gelmesine neden olmuştur. Devamında onları temsil edecek siyasi otorite Avam Kamerası olmuştur. Çartist denilen işçi hareketi bu dönemde baskı gücü oluşturmuştur.  

Çartist hareketin destekçileri arasında fabrika işçilerinin yanında alt-orta sınıftan kişiler ve zanaatkârlarda bulunuyordu. İşçi sınıfı hareketi gibi görünmesine karşın asla sol bir hareket kimliğine bürünmemiştir.

Çartizmin beraberinde getirdiği şiddet eylemlerini bastırmak amacıyla 1832 yılında Reform Kanunu’nu kabul edilmiştir. Vatandaşlık kavramının alanı genişlemiş, esnaf ve zanaatkarlar oy kullanma hakkına sahip olmuştur. Buna karşın işçiler henüz oy hakkını alamamıştır. Toplumsal direnişin ilk kazananı, her zamanki gibi tüccarlar olmuştur.  İşçilerin mücadelesi, sadece esnafa yaramıştır.  Fabrika Kanunuyla çalışma saatlerinde azalmaya gidilmiş, fabrikalar hükümet tarafından denetlemeye alınmıştır. Fakirler Kanunu çıkarılarak, yoksullara destek verilmesi sağlanmıştır. Ancak iş alanlarının yeterince açılmaması nedeniyle bu çalışmalar sekteye uğramış olup, işçi sınıfı niceliksel olarak gelişmiş ve siyasi olarak etkin hale gelmiştir.

Yeni sol düşüncesi, günümüz Birleşik Krallığında, eski günlerini tekrar bulmaya çalışmaktadır.  İşçi Partisi, sol söylemlerden uzaklaşmış olup merkez siyaseti esas almıştır. Özellikle Gazze de yaşananlara verdikleri tepki onları sol dan tamamen uzaklaştırmıştır. İşçi partisi misyonunu kaybetmiştir. Bu çaresizlik, yeni sol partilerin yeniden örgütlenme çabalarına yöneltmiştir. “Yourparty.uk” adlı web sitesi üzerinden örgütlenmeye çalışan yeni sol fikirler ortaya çıkmaya başlamıştır. Geçmişin söylemlerin üzerindeki tozlar silinerek yeniden sahneye alınmıştır.  Servetin ve gücün kitlesel yeniden dağıtımı, kamusal hizmetlerin korunması, insan hakları taleplerini yeniden gündeme getirilmesi bunlardan sadece birkaçı. Filistin yanlısı dört bağımsız aday, İşçi Partili rakiplerini geçerek Yeşil Parti sandalye artırmıştır. Yeni solun çevreci kanadı da kendine yeni bir yol bularak güçlenmeye başlamıştır. Genç seçmenler arasında buldukları destek artmaya devam etmektedir.

 

FRANSA

Fransa’da 1830’lu yıllar boyunca gerek işçi hareketleri gerekse sosyalist düşünce açısından çok önemli bir çeşitlenme gözlemlenmektedir. Liberal muhalefetin işçilerle beraber gerçekleştirdiği 1830 Devrimi, Avrupa’da devrim kavramının yeniden tanımlanmasını sağlamıştır. İtalya başta olmak üzere çeşitli bölge ve ülkelerde 1820’ler boyunca ortaya çıkan devrimci örgütler çoğunlukla küçük, sınırlı bir yapıya sahipken darbe yoluyla iktidarın değişimini esas alıyordu. Temmuz Devrimiyse devrimin bir kitle fenomeni olarak yeniden tanımlanmasını beraberinde getirmiştir.  

1830-1848 yılları, liberal muhalefetin ve burjuvazinin güç kazandığı bir dönem oldu. Yeni rejim, dernek kurma ve ifade özgürlüklerini kısıtlayan bir dizi kanun çıkarmakta gecikmedi. Temmuz 1830 Devrimi’ni izleyen aylarda ve yıllarda işçi hareketi önemli bir gelişme gösterdi. Bu dönemde zanaatkârlar ve fabrika işçileri halen ortak bir işçi hareketi meydana getirmemişti; tüm çalışanları içeren bir sınıf hareketinin oluşması için XIX. yüzyılın son çeyreğini beklemek gerekiyordu. Buna karşılık, 1830’dan itibaren meslek erbabı kimliğinden çok sınıf aidiyeti söyleminin daha çok ön plana çıktığı gözlemlenmektedir.

Fransa’da 1830’lu yıllar yalnızca işçi hareketinin ve sosyalist düşünce akımlarının değil, devrimci ve cumhuriyetçi akımların da önemli gelişme gösterdiği bir dönemdir. Bu dönemin cumhuriyetçi akımları, salt anayasal rejime ya da siyasi mekanizmalara değin talepler öne sürmemiş, siyasi rejimin nitelikleri gereği toplumsal iktisadi talepleri ele almıştır.

Cumhuriyetçilik ise bir tür işçi sınıfı ütopyası, hatta diğer ütopyalardan farklı olarak devrimci bir ütopya olma özelliği taşıyordu. 1830 Devrimi esas olarak cumhuriyet/monarşi karşıtlığının sonucu olarak patlak vermişti. Cumhuriyetçi isyanın başarısızlığından sonra cumhuriyetçi hareketler radikalleşmeyi tercih ettiler.  Cumhuriyetçi bir yazar olan Auguste Caunes, Ağustos 1832’den itibaren Halkın Dostlarını yeniden örgütlemeye çalıştı; örgüte yeni katılan işçilerin de etkisiyle daha radikal bir şekilde sol bir yönelişe girmesine çaba gösterdi.

Avrupa’da 1830’lu yıllar bir yandan sanayi kapitalizminin büyük hamleler yaptığı, diğer yandan kitle hareketlerinin büyük bir önem kazandığı yıllardır. Lyon gibi sanayi şehirlerinde sömürünün ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesi, işçi sınıfının çeşitli bileşenlerinin (zanaatkârları ve sanayi işçilerinin) geniş çaplı gösteriler düzenlemesine yol açmıştır; dönemin işçi basını da işçilerin örgütlenmesi açısından önemli bir mecra olmuştur.

İşçi hareketleri 1830’larda salt iktisadi talepler ortaya koymamıştır; Britanya’da seçim hakkı, Fransa’da ise cumhuriyet talebi işçi hareketlerinin en önemli mücadele başlıklarındandır. İşçilerin siyasi katılımını engelleyen süreçler yerine, vergi esasına göre kısıtlanmış seçim sistemi gibi iktisadi-sınıfsal ölçütler üzerine hareket etmiştir. Kitle hareketleri, cumhuriyetçilik, sosyalist düşünce ve felsefi eleştirinin daha yoğun bağlarla bütünleşmesi için 1840’lı yılları beklemek gerekmiştir.

Radikal sol partiler, kendilerini sosyal demokrat solun ötesinde tanımlayan partilerdir. İşte tamda burada iki sol yol ayrımına gelmiştir. Radikal sol, kapitalizmin her yönüyle değişmesini isterken, sosyal demokratlar daha ziyade politik söylemlerini demokrasi, katılımcı yerel yönetim demokrasisi, işsiz ve göçmen işçilerin haklarını savunur durumda kendilerini konumlandırmışlardır.   

 Radikal sol partiler, liberal demokrasiye daha çok düşmanlık beslemekte ve sosyal demokratları “burjuvazi” ile uzlaşmakla suçlamışlardır. Aşırı sol -Fransa, Portekiz ve Yunanistan hariç- çoğu yerde marjinal kalmıştır. Bu boşluk genellikle Troçkist ve Maoist gelenekten gelen, kendilerini “devrimci” olarak tanımlayan partilerce doldurulmuştur.  

 Bu gelişmeler, sosyal demokratların kendilerini totaliter komünizme ve neo-liberal sosyal demokrasisine alternatif olarak konumlandırmışladır. Günümüz Fransa da sol, kendi halkının ekonomik koşullarını sağlayacak pratik yeteneğini kaybetmiştir. Söylemler popülist kaygılar üzerinde ilerlemiştir. İnsan hakları ve Orta Doğuda yaşananlara Fransız halkıda iktidar sahipleri gibi yabancı kalmıştır. Belki de solun en romantik olduğu yer bu coğrafyanın kimliğinde saklıdır.

 

 

4-AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNDE VE LATİN AMERİKA DA SOL

Amerikan Solu, kendi siyasi yelpazesinde genellikle Demokrat Partiyle uyumlu halde bulunan gruplar içinde kendine yer bulmaktadır. Tam bir sol değildir. Esasında sol diye tanımlamak da hatalı olur. Amerika Birleşik Devletleri'nin ekonomik, politik ve kültürel yapısındaki eşitlikçi grupları tanımlamak için kullanılan bir ifade olarak yer almaktadır. Sol grupların, Demokrat veya Cumhuriyetçi Parti içerisinde kapitalizme entegre olması için imkanlar verilmiştir. Çok fazla etkin olmasa da anarşistler, komünistler de kendilerine kısmen yer bulabilmektedirler. Trump sonrası Marksist liderler ve ideologların kendilerine daha fazla yer bulduğunu söyleyebiliriz.

Yakın zamanda New York Belediye Başkanı olan Zohran Mamdani Sosyalist ilkeleri savunan bir göçmen olarak Demokratların desteğini alarak seçimleri kazanmıştır. Mamdani, "Ve bir despotu gerçekten korkutmanın bir yolu varsa, bu, ona güç kazandıran koşulları ortadan kaldırmaktır” diyerek mevcut düzene itiraz eden Müslüman sosyalist siyasetçi olarak oyların büyük çoğunluğu aldı. Ona bu oyu kazandıran sol söylemleri olmamıştır. Trump’ın sert göçmen politikası, uluslararası arenada sürekli kavgalı otoriter kimliğinin varlığı bunda etkili olmuştur.

Nihayetinde Beyaz Saraydaki Trump buluşmasında gösterdiği tavır, onun gerçek anlamda itiraz sahibi biri olarak değil, aksine cumhuriyetçilerle rahat çalışabilecek biri olarak göstermiştir. Sol ideoloji, Amerika Birleşik Devletleri'ne 19. yüzyılda görülse de mevcut durumda tanımlanmış gerçek anlamda sol bir partinin olmadığı açıktır.  Demokrat Parti içinde sol kanat hizipleri, Yeşiller Partisi, ABD Komünist Partisi, Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi, Amerikan Komünist Partisi, İşçilerin Dünyası Partisi, Hristiyan demokrat olan Sosyalist Parti ve Amerikan Dayanışma Partisi gibi küçük partiler yer almaktadır.

Sosyalist kavramlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin değerleriyle asla uyuşmamıştır. Kapitalizmin kalesi olması nedeniyle sosyalizme yaşayacak alan bırakmamıştır. Yeni Sol kavramı dahi, radikal demokratik geleneklere dayanıyor.  Amerikan İşçi sınıfının feodal bir geçmişinin olmaması, ilerleyen dönemde sol kavramın yerleşik bulmasına imkân vermemiştir. Buna karşın işçi isyanlarının batırmak amacıyla komünist avına çıkan Kızıl Ekipler, ciddi baskı aracı olmuştur. Kölelik ve ırk ayrımcılığı, işçi sınıfını varlığını ortaya çıkmasına da olanak vermemiştir. İkinci Dünya Savaşı, sol grupların güçlenmesine mâni olmak için Smith Yasası ile yasa dışı hale getirilmiştir. 1960'larda FBI'ın COINTELPRO programı radikal solcu grupları dağıtarak güçlenmesini imkânsız hale getirmiştir.

Amerika kıtasında ise durum çok farklı bir yol izleyerek sol iktidarların oluşmasına neden olmuştur. Trump sonrası, sol grupların sahneden çekilmesi için muhalif kimlikler güçlendirilip örgütlenmektedir. Tarih boyunca Latin Amerika, inişli çıkışlı siyasal ve sosyal olaylar yaşamıştır. Amerika Birleşik Devletleri bu bölgelerde gayri resmi savaş politikalarını gizlice yürütmeye devam etmiştir. Şimdilerde ise doğrudan müdahale gibi sözler sarf edilmektedir. Böyle bir eylemin sonuçlarının telafisi imkânsız yıkımlar oluşturacağını söylemek mümkün.

 

Makalenin ana tezi olan, “Kapitalizm kendi sol ve muhalif kimliğini ortaya çıkarmak ve bazen de onu kendisinden bile öne çıkarmaktan imtina etmemelidir. Hayati varlığı ve gücü ancak yaratılacak bu kontrol edilebilir tepkisel müdahale bloklama ilkesiyle mümkündür.  Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri, kendi otoritesini ve gücünün devamlılığını bu kontrol edilebilir tepkisel müdahale ilkesine uyumlaştırmak zorundadır.

 Latin Amerika’ da 2019’dan bu yana yükselen sol, mevcut iktidarların hatalı, yolsuzluk, kötü yönetimindeki neoliberal politikalar yüzünden iktidara taşınsalar da aynı kötü yönetimi kendileri de göstermiştir. Latin Amerika da solun en büyük ihmali, sermaye ve finans dünyası ve medya ile ilişkilerini uzlaşma yönetimi ile idare edememesi, liberal etkiye sahip politikalarla yürütememesi, klasik sosyalist söyleminde ısrarla devam etmesidir. Siyasi politikalarını ısrarla bu düzlemde götürmesi nedeniyle, geleneksel muhafazakâr sağcıların radikalleşmesini sağlamıştır.

Yeni sol kavramı, sol liderleri ılımlı göstermeye çalışsa da Amerika Birleşik Devletleri’nin gözünde otoriter kimliklerinin değişmeyeceği ortadadır.   Latin Amerika solcu liderleri, tarihin gerçekleri ile yüzleşmeye çalışıp, liberal ekonomik modellerini, sosyal adaleti sağlayacak politikalarla besleseydi, yeni bir sol akımdan bahsedebilirdik. Son dönemde kadın siyasetçilerin sahneye çıkması, bunu Latin halkının arzusu olmasının karşılığı olarak görebiliriz. Yeni sol, bunu sağlayacak yapıdan epey uzak görünümdedir. 

 Çin’in Latin Amerika’da etki alanının artması, yeni Sol’un güçlenmesine imkân sağladığını gördük. Ancak Çin ve sol hükümetlerin ilişkisi kısa metrajlı bir film tadından ilerlediğinden bunun sürekli olacağını düşünmek doğru olmayacaktır. Latin Amerika için gerçekçi tek çözüm, Amerika Birleşik Devletleri yatırımcılarıyla yakın ilişkiler kurması gerektiğidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin ’de en doğru stratejisi kontrol edilebilir tepkisel müdahale bloklama ilkesini izlemektir. Yani muhalif olmalarına imkân ver.  Liberal ekonomik ilişkilerle yatırımları artır. Halkın muhalefetini blokla.

 

 

5-ÇİN VE RUSYA SOL DEĞERLERİN SAHİBİMİ?

Çin’in değişimi bireysel liderlik anlayışının öne çıkmasıyla sert ve hızlı gerçekleşti. 1978 de başlayan reformlar, bugün dünyanın en güçlü ve yıkıcı ekonomisine ulaşmasını sağladı. Çin Komünist Partisi, otoriter kurumsal kimlik yapısına sahip olup yöneticileri kurallara uymak zorunda iken Xi Jinping’in 2013’te iktidara gelmesiyle, bireysel liderlik etkisini göstermeye başlamış ve partinin bu ilkeleri ortadan kaldırılmıştır. 2004 de Çinli protestocular, Zhengzhou'da Mao Zedong'un doğum yıldönümünde "Mao Sonsuza Kadar Liderimiz" başlıklı broşürler dağıttıkları için üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Çin deki bu dönüşüm, komünizmin kaybettiğinin açık net bir ilanıdır. Tarih, komünist paradigmaların intiharını bizzat komünizmin kendi eline bırakmıştır.

Kabul etmek gerekir ki, kapitalimizin en büyük hatası, otoritenin iradesini tek bir kişiye bırakmasıdır. Bunun en büyük zararları alınan kötü kararların tüm diğer ülkeleri ve coğrafyaları etkilemesidir. Çin’de Yeni sol kavramının peşinde yürümüştür.    Yeni Solculuğun ortaya çıkışı,1997 Asya mali krizi, 1999'da ABD'nin Belgrad'daki Çin büyükelçiliğini bombalaması ve 1989 Tiananmen Meydanındaki protestoların sonucundan ortaya çıktığını değerlendirebiliriz. Yeni Sol, sosyalist ideolojiyi farklı teorilerle anlamlandırmak isteyenlere, geleneksek tavrına bir eleştiri olarak görmek gerekecektir.

Çin’deki yeni solun, Maoizm ve kapitalizmle ilişkisi karmaşıktır. İki farklı düşünce içesinde tanımlar bulmaya çalışıyor.  Kapitalizmin ter edilmesini isterken, kapitalizmin sosyalist değerlerle yürütülmesini de arzuluyor. Çin'de oyun teorisini kullanan Cui Zhiyuan, “Kurumsal Yenilik ve İkinci Düşünce Kurtuluşu” adlı makalesinde, James Meade’in liberal sosyalizm yaklaşımından etkilenmiş ve bu doğrultuda “Xiaokang Sosyalizmi: Küçük Burjuva Manifestosu” gibi metinler kaleme almıştır. Çin’deki yeni sol, liberal sosyalist tanımına Cui Zhiyuan’ın düşünceleri ile yol almıştır. Bu tanım, Çin'deki sosyal değişim, ekonomik reformun piyasa ekonomisinin baskın ekonomik sistem haline gelmesini net olarak tarif etmektedir. Cui Zhiyuan, sosyalizm ve kapitalizmin zıt olarak görülmemesinin zorunlu olduğuna inanıyor. Bu tanımın şöyle tanımlanması daha gerçekçi olacaktır. Sosyalizm ve kapitalizm asla zıt düşünce olarak değerlendirilemez. Sosyalizm, kapitalizmin etkili ve sistemli yürütülmesi amacıyla bizzat kapitalizmin içinden çıkmış kontrol irade gücüdür. Yani kapitalizmin esaslı bir parçasıdır.

Yeni Sol tanımı Çin Milliyetçiliğinden ayrı düşünülemez. Ekonomik Reformlar, piyasa ekonomisi, kıyı ile iç bölgelerde, zengin ve fakir arasında toplumsal eşitsizliğin artmasının sonucu olarak gittikçe güçleniyor. Tek adamlık ekonomik reformlar ve değersizleştirilmiş kapitalist modeller, Yeni Sol’un radikal olarak güçlenmesine neden olacaktır. Yeni Sol akımın, en büyük avantajı kapitalizme doğrudan bir saldırı ve reddiye olarak ele almamalarıdır. Kapitalizme, şüpheyle bakmalarına karşın bunun ülkenin güçlenmesine olan etkisini göz ardı etmemeleridir. Yine makalenin ana tezine geliyoruz.

 

 

Hangi coğrafya da olursanız olalım, kapitalist modelleri sağlıklı yapan gücün kontrol edilebilir tepkisel müdahale ilkesi olduğu gerçeğini unutmamak gerektirdiğidir. Çin'deki Yeni Sol ile Batı'daki Yeni Sol arasındaki fark çok farklıdır. Çin'de Yeni Sol hükümete hitap ederken, Batı'daki Yeni Sol, hükümetlerin tekel olmasına itiraz ediyor. Çin kapitalizmi, devlet kapitalizmi esasına dayanıyor. Gelinen noktada, Çin’in meselesinin artık çok kutuplu dünya da en güçlü ülke olarak yer alma arzusu olmadığı, sistemin bütününü etkileyecek bir yeni modelle doğru evrilme arzusunu söylemek mümkündür. Kültür devriminin üstünden geçen zamandan sonra geçmişin izinden ayrılmayan mavi askeri üniformalar giyen Neo-Maoistlerin, romantik komünizmi artık geride kalmıştır.

 

 RUSYA

Rusya Federasyonu deyince akla artık Putin gelmektedir. Tıpkı Çin de olduğu gibi Rusya da kurumsal kollektif yönetimden bireysel liderlik motifine dönüş gerçekleşmiştir. Bu bireysel otoriter dönüşüm esasında sosyalist ve sol yapının kendi içinde barındırdığı değeler silsilesinin kaçınılmaz sonucudur.   

Sovyetler Birliği dönemi KGB’de dış istihbarat subayı olan Putin artık ülkenin, bağımsız lideri olarak ABD ile olan yeni bir soğuk savaşının da siyasi ve askeri lideridir. Ukrayna savaşı bu soğuk savaşın en ateşli başlangıcından başka bir şey değildir.  Putin, bu savaşta Avrupa’nın acizliğini gözler önüne sermekten çekinmeyen bir lider portföyü çizmeye çalışmaktan kaçınmıyor. Küresel enerji dengesini nasıl bozabileceğini, ABD ve Avrupa ülkelerine fazlasıyla gösterdi. Bunu gösterirken kan kaybettiğini göremediği de ayrı bir gerçek.

Ne kadar güçlü duruyor olsa da kendini izole eden lider görüntüsü onu daha sert politikaların eşiğine getirmiştir. Özellikle Ukrayna ile olan savaş değiştirecek yapının ileride değiştirecek yapının hazırlığını oluşturmuştur. Bu değişimi kaçınılmazdır.  Putin’in meşruiyeti sorgulanır duruma gelmiştir. Kendi vatandaşlarına istikrar, refah vaat eden buna karşılık halkının siyaseten pasif kalmasını isteyen lider olması da kabul edilir olmaktan çıkmıştır. Eski komünist devlet, eski şaşalı günlerine dönmek için idealiz ettiği sosyalist kavramın zayıflık ve ürkütücü şiddet potansiyelini gözler önüne sermiştir. Rusya Federasyonu artık Putin’in devleti olmuştur. Eski sosyalistler ise yeni solculuk kavramı ile yeniden ayağa kalkmak istese de halk kapitalist ekonomik modelin demokrasi ile güçlenmesini hayal etmektedir.

Günümüzde Rusya Federasyonundaki sol düşünce, geçmişin hayallerinde ilerlemektedir.     Çarlık döneminde, Batı’nın reformları Rusya’yı etkilemiş bireysel haklar, hukukun üstünlüğü kavramları konuşulur olmuştur. Aydınlanmadan Bolşevik Devrimi’ne, Sovyetler Birliği’nin yükselişinden çöküşüne kadar geçen süre sol kavramını değiştirecek potansiyele sahip olmuştur.  Aristokrat kökenli subaylar, anayasal monarşi için isyan etmiş olup belki de ilk sol hareketi oluşturmuştur.

 

Lenin, 1917’deki Ekim Devrimi ile Bolşevik Parti’yi kurup iktidarı ele geçirmesinde hemen sonra, Bolşevikler, proletarya diktatörlüğü ve planlı ekonomi ilkelerini savunarak sosyalist devlet inşa ettiler. Stalin dönemine geldiğimizde, otoriter-merkeziyetçi sosyalist anlayış kendini göstermiştir.  1980 yıllara gelince her şeyin ayyuka çıktı. Sert ve katı politikalar, Gorbaçov’un Perestroyka ve Glasnost reformları ile Sovyet sisteminin çözülmesine zemin hazırladı.   

Günümüzde sol entelektüeller, solun geçmişle hesaplaşması gerektiğini ve alternatif yollar bulması gerektiğini ifade ediyor. Rusya’daki sol esasında, kontrollü muhalefet görünümündedir. Milliyetçilik, muhafazakarlık söylemleri partinin söylemleri arasında yer almaktadır. Avrupa’daki sol düşüncenin kendine yeni yol ilkeleri olarak ortaya koyduğu, feminist, çevreci, LGBT hakları üzerinden yeni sol ve sosyalist, anarşist marjinal gruplar olarak ortaya çıkmaya başlamaktadır. Rusya’da ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, bu hareketlerin örgütlenmesini ve yayılmasını engellemektedir.

Yeni sol, sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük gibi sol değerleri öncelikli yapıp özellikle gençler arasında kendine yol bulurken, geçmişini sosyalist hafızasının otoriter yapısının korku etkisini de beraberinde getirmektedir. Yeni sol, batı tarzı liberal sol eğilimlere yöneliktir. Rusya’da sol düşünce, daha çok kültürel ve entelektüel bir alan olarak varlığını sürdürüyor. Edebiyat, sinema ve sanat alanında sol duyarlılıklar taşıyan üretimler dikkat çekiyor. Ancak siyasi düzlemde solun etkisi, sistematik baskılar ve ideolojik parçalanmalar nedeniyle oldukça sınırlı kalmaktadır.

 

 

6- FUKİYAMA YANILDI MI?

Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi, bu makalenin ortaya çıkmasının ana sebebini oluşturmaktadır. Tespitlerinin kuvvetli bir savunucu olarak bu makale kaleme alınmıştır. Ancak Fukuyama’nın, tarihin sonu kavramına karşın başka alternatifleri ele alıp değerlendirme gereksinimi de yok değildir. Geldiğimiz nokta Kapitalizmin kendi ömrünü sağlıklı yürütebilmesi için alternatif üretme becerilerini değerlendirmeleri ele almaktır.

Tarihin sonu kavramı, 1992’de SSCB’nin çökmesinin ardından “Tarihin Sonu ve Son İnsan” başlıklı kitapta ortaya kondu. Genel kanaati, Batının liberal düşüncesinin egemenliği ve onu kutsayan içeriklerin varlığı üzerinden anlam buluyor.  Bu konuda itirazlarım yüksek sesle çıkacaktır. Bu itiraz, liberal düşüncenin egemenliğine değil, Batı’nın insanlığın ulaşabileceği en yüksek seviyede olamadığını, bu konudaki sınavını çok kötü geçirdiğini, liberal düşünceyi salt insanlığın aynı gelişmişlik düzeyinde olmayan bölgelerini talan ederek yücelttiğini, savaşlara karşı ikiyüzlü tavır almasınadır.

Ortadoğu, Afrika, Rusya-Ukrayna, ABD’nin fütursuz ve kaygı verici yayılmacı tavrı hiç şüphe yok ki bunun en sağlam kanıtını oluşturmaktadır. Kapitalizm galip geldi ancak kendini yaralayacak düşmanı da kendisi yarattı. Bu düşman kendisinden başkası değildi. Gelinen nokta da dinamizmini yürütebilmesi için kendi özel ve ayrıcalıklı muhalefetini, ortaya çıkarabilmelidir.

Bunun adına, ne derse desin, SOL ya da YENİ SOL fark etmez, nihayetinde mühim olan kendi kontrolünde bloklanmış bir yapı olabilmelidir. Unutmamam gerekir ki, kolektivizm içerisinde   her zaman otoriter kimliği bireysel otoriter kimliğe taşıyacak baskıcı unsurlar var olacaktır. Tıpkı Stalin gibi, günümüzde Xİ ve Putin gibi…

Buna karşın bireyin özgür ve refah yaşaması için gerekli zemin asla bu mekânda yaşam alanı bulamayacaktır.

Liberal düşünce; bireysel liderlik anlayışının, yasalar karşısında onlardan daha güçlü hale gelmesiyle etkisizleşmesini söylemek mümkün olacaktır. Rusya ve Çin, liberal demokrasinin gardının düştüğü durumda otoriter kimliğini çok güçlü hale getirmeye önem vermektedir. Gelecek asla sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin tek başına bir güç olarak devam etmesine izin vermeyecektir. Karşısında her zaman Çin ve ona destek olabilecek olan ama asla eski gücünde olamayacak olan Rusya olacaktır. Avrupa ise ne kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin yanında olur tartışmalıdır.  Unutmamak gerekir ki, güç tek elde toplandığında, alınacak kararların etkisi ve kalitesi zayıflama potansiyeline sahiptir. Böyle bir liderlik yapısı otoriter ulusların idaresinin ve liderlerinin toplumdaki desteğinin zayıflamasına neden olacaktır. Hesap vermeme rahatlığı bir süre sonra yıkımın tartışmasız ve geri dönülemez olmasını beraberinde getirecektir. Kanımca Rusya ve ABD için bu kırılganlık hali ilerleyen dönemde kendini gösterecektir. Bu tartışmasızdır. Çin, belki kapalı yapısı itibariyle ömrünü bu iki yapı karşısında daha sağlam tutabilecek yapıya sahiptir.

 

 

Tarih göstermiştir ki, otoriter sistemler, liberal demokrasiden asla daha iyi olamaz. Bireysel özgürlük otoriter sistemlerin hoşlanmadığı kavramlardır. Her ne kadar 1930 yıllar otoriter sistemlerin yükselişi olarak görünse de nihayetinde liberal demokrasi her zaman galip gelmiştir. Bugün göç sorunun uluslararası krize dönmesinin nedeni, insanların baskıcı otoriter yapıdan kaçıp liberal demokratik Batı’da yaşamak istemleri tesadüf değildir. Tarihin sonu kavramını, Fransız devriminden sonra Hegel ortaya atmıştır. Komünistler bu tarifi geleceğin eninde sonunda komünist yapıda son bulacağı temennisini ortaya çıkarmıştır. Oysa Hegel sadece tarihsel ilerlemeyi tanımlamak için bunu kullanmıştı.

Baskıcı otoriter yapılar kendini korumak adına romantik efsanelere sığınmışken, ülkelerinden insanların bireysel özgürlüklerini kaybetmeleri, doğanın ve ekonominin yok olması, asla bu ütopyanın gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Liberal demokrasinin önündeki en büyük engel ise yükselen popülizmdir.  Avrupa’nın kendisi bu bireysel liderlik popülizmiyle kendini sekteye uğratırken, ABD'nin ve yönetimlerinin kibrinden epeyce rahatsız durumdadır.

Unutmayalım ki, 19'uncu yüzyılda Prusya ulus-devletinin kurulması Hegel için tarihin sonu anlamına geliyordu. Karl Marx ise gerçek tarihin komünizmin ile başladığını iddia ediyordu. Gelinen nokta ise kapitalizmin en başına beri kazandığını sadece bunu anlaması için zaman ihtiyacı olduğunu, ama eninde sonunda kendisini ayakta tutacak yeni otoriter beslemeleri yaratacağını ve adına sol veya başka bir şey deneceğini sürecin oluştuğu açıkça görülmektedir. Fukuyama bugün, küresel sistemde 'tek kutupluluk' döneminin sona ermek üzere olduğunu, tek kutupluluk döneminin de asla, çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin kurallarına göre düzenlenemeyeceğini ifade etmektedir. ABD ve Çin bu çok kutuplu sistemin yeni taraflarıdır. Avrupa, Rusya, Latin ABD, Yakın Doğu ayrı birer güç olarak bu kutupların tarafı olacaktır. Ancak Çin'in Batı ekonomik kapitalizmini, zorluklar, problemler ve krizlerle karşı karşıya getiren dikkat çekici bir entegrasyonda siyasi sisteminin sentezi ile harmanlayarak güçlü bir ülke olarak ortaya çıkmasını ayrıca değerlendirmek gerekiyor.

Fukuyama’nın tezi yeni bir durum olarak ele alınamaz. Söyledikleri doğru ancak çok önceden söylenmiş bir sözün tekrarıdır. Kapitalizmin, mevcut haliyle ringin kazanan köşesinde olduğunu söylesek de bu durumun mutlak ve değişmez olduğunu söylemek hatalı olacaktır. Tarihin sonunda kapitalizm en başından beri galip olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Ancak devamlılığını sürdürmesi ancak KONTROL EDİLEBİLİR BLOKLAMA İLKESİ sayesinde olabilir. Yani, kapitalizm kendini yok edecek gücün ancak yine kendisi olacağını bildiği için onu frenleyecek, bireysel liderlik kültünde uzak tutacak alternatif sol yapılanmayı teşvik ve kuruculuğunu yapmak zorundadır. Bunu da ancak kendi kontrolünde olacak şekilde toplumun huzuru, güvenliği ve zenginliği için kullanmak zorundadır.

 

 

7- TÜRK SOLU KENDİNİ NEREDE KONUMLANDIRDI (LİBERAL SOLMU, SOSYALİST SOLMU, YOKSA HEPSİ BİRARADA MI)

Dünyada liberal ve komünist fikirlerin rekabet ettiği ve toplumları kendi ideolojik pencerelerinden biçimlendirdiği yerde Türkiye’de yaşananları bu rekabetin gölgesinde ele almak aslında bu makalenin ana o konusunu oluşturuyor. Türkiye’deki halkın ne kadar sol bakış açısına sahip olduğundan ziyade, sol fikrin temelleri kendine yer bulabildi mi sorusu daha gerçekçi olabilir. Değişimi ve dönüşümü desteklediğini söyleyen sol kavramı Türkiye’de daha başka hangi anlamlarda kullanıldı? Sol kavramını, komünizm ve sosyalizmin genel tanımı olarak görmek başlangıç için yeterli olsa da şimdi bu tanımın çok ötesinde ele alındığını görmek gerekiyor.

Liberal demokrasi karşısında, komünist ideolojinin sert otoriter yapısı, ona inanan kitlenin de bu fikirden soğumasına ona daha ılımlı bir anlam kazandırmak için yeni sol kavramına anlam kazandırmak istemesi kaçınılmazdı. Türkiye’de sol kavramına ideolojik ve felsefi anlam kazandıramayan ama onu hoyratça savunan entelektüel bir grubun elinde yeni sol ifadesi değişimi ve yenilenme olarak ele alınmaktadır. Nedir bu yeni sol?

Esasında yeni sol, liberal demokrasinin galibiyetini kabul eden ve kendini eskiden komünist, daha sonra sosyalist, ilerleyen dönemde sosyal demokrat olarak tanımlayan kitlenin, liberal demokrasinin kendi bireysel otoritesini kurmasını sağlayan ve onun sürekli güçlenmesine destek olan yeni bir liberal değişim olarak görmek gerekiyor. Ancak bu kavramı kullananların henüz bunun sonuçları hakkında düşündükleri kavramlar manzumesinin sorunsalı hakkında ciddi düşündükleri şüpheli.

Sol kavramının özünü oluşturan eşitlik ve özgürlük tanımı, esasında sınıfsal ve iktisadi yaklaşımların belirlediği çerçeve içerisinde ilerlemiştir. Geçmişte savaş karşıtlığı üzerinde odaklanan fikirler, şimdilerde çevre hareketi, LGBT haklarına evrilmiştir. Sol artık, işçi sınıfının iktisadi emellerini güçlendirme ilkesinden vazgeçmiştir. Hatta işçi hareketinin bütününden vazgeçmiştir.

Türkiye’nin sol hareketinin ve örgütlenmesinin geçmişine göz atarak konuyu ele alalım.  Osmanlı Aydınları Avrupa’da gelişen solculuk ideolojisini benimsemediler. 19.yüzyılın sonlarına doğru II. Meşrutiyet’ten sonra Amele Teşkilatının, işçilerin iktisadî sorunlarını çözme çabalarına rastlıyoruz. 1921 yılında, Zonguldak-Ereğli kömür havzasındaki işçilerin haklarına yönelik düzenlemeler için kurulan Amele Birliği ’de ilk sosyal güvenlik kuruluşu olmuştur. 1920 Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Sosyalist Fırkasının kurulması karşımıza çıkıyor.  

İşin ilginç tarafı, günümüzde İttihat ve Terakki Partisi’nin bugünün sol partisi gibi gören birçok aydın ve entelektüel, işçilerin grev hakkının 1913 yılında bizzat bu parti tarafından kısıtlandığını bilmiyor ya da bilmek istemiyor. 1917 Ekim devrimi, Türk solunun kendi değerlerini biçimsel bir gayretkeşliğe büründürmüştür. Ekim Devriminin, Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesinin kazanılmasında desteği olduğunu söylemek gerekiyor. Bu yeni kurulan Komünist yapının, Batı demokrasisinden uzaklaşması ve kendini korumak adına çevre ülkeleri muhafaza etme ve ideolojisini yayma çabalarının en etkin olduğu dönemler olmuştur.

Türkiye Sosyalist Fırkası, Türkiye Komünist Fırkası, Türkiye Halk İstirakiyun Fırkası, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fıkrası gibi birçok hareket ortaya çıkmıştır. Bu hareketlerin ortaya çıkışı, batı karşısında alternatif yeni bir tarafa dahil olma isteğinden öte gitmemiştir. Asla felsefi ve sosyal politika ürünü olmamıştır. Ulusal Kurtuluş mücadelesi sonrasında 1923 yılında kurulan 1945 kadar tek partili sistemin partisi olarak devam eden Cumhuriyet Halk Fırkası, Sosyalist yapıya entegre olmak isteyen fırkaların bütününü siyaset sahnesinden silmiştir. Ve sol sol hareket, sınıfsal temellere dayanan, ideolojik tanımlar üretecek güce asla niyet ettiği kadar sahip olamayacaktır. Ulusal Kurutuluş Mücadelesinin kurucu liderleri, 7 Şubat 1923 tarihinden yapılan   İzmir İktisat Kongresi ile kapitalist ekonomik modeller ve liberal politikalar üretmek gayesi içinde olmuştur. Oysa bu modele öncülük edecek yerli sermayenin olmaması, bu çabanın yönünü bir süre sonra devletçi ekonomik modele yönelme gayreti göstermiştir.

Kadro Hareketi ile sosyalizm ve kapitalizm dışında üçüncü yol dedikleri modeli savunmuşlardır. Bu model esasında devlet kapitalizmin bizatihi kendisidir. Kurtuluş Mücadelesi sonrası fakir ve yorgun halkın sınıfsal bir temel üzerine kurulamayacağı, böyle bir sınıfın varlığının hali hazırda olmadığı da açıktır. Model sermeyenin ortaya çıkması için doğru zamanı bulma gayreti içinde geçmiştir. Kadro ve yön harekâtları devletçi ve hatta sosyalist ekonomik model taraftarlarıydı. Unutmama gerekir ki, bu siyasi eğilimiler ittihatçı geleneğin mensuplarıdır.

Önemli bir gerçeği daha ortaya koymak gerekiyor. Ulusal kurtuluş mücadelesi de Anadolu eşrafının ve kısmen yabancılarla da ticari münasebette bulunan milli burjuvazinin de önemli desteğini almıştır.  Savaş sonrası bu kütleye asker ve sivil aydınlarda ortak olmuştur. Bugün Türkiye’nin temel ekonomik kaynağını bu gruplar oluşturmuş ve ayrı bir zümrenin elitist yurttaşları olarak varlığını sürdürmüştür. İktidarında sahibi olan bu kitle işçi sınıfının demokrasim şöleni kurmasına ve kendisi için itici güç olmasına şüpheyle bakmıştır. İşçi sınıfı ve eğitimin menfaatlerine sonra da ulaşan memur aydın kitle ve çocuklarının önünde iki seçenek olmuştur. Din ve Batılı olma fikri…

Kurtuluş mücadelesi sonrası yerli sermaye grubunu yaratma çabalarını devlet eliyle gerçekleştirme süreci esasında bu tür devrimler sonrası yabana atılamayacak kadar kıymetlidir. Lakin işçi sınıfının bu gelişmeler karşısında sadece kontrol edilerek büyümesi, gelişim ve değişime açık, zihin politikaları üretecek beceri ve yeteneğe sahip olmaksızın büyümesine neden olmuştur. Almanya gibi ülkelerin savaş sonrası travmalarını hızlıca atlatmasını sağlayan işçi hareketi olmuştur. Hızlı sanayileşme ve sosyal eşitliği ve sınıflar arası farkı minimize edilerek bükünü Almanya’nın temelleri atılmıştır. Oysa Türk Burjuvazisi, işçi hareketini yeterince güçlenmesine izin vermemiş, işçi sınıfı ve onun öncülerinin de bunu sağlayacak bilgi ve yeteneği olmamasından ötürü zayıf ve yetersiz kalmıştır.

 

 

 

II. Dünya Savaşı’nın sonrası, iki kutuplu dünya düzeni, Türkiye ’dede etkili olmuştur.  1946 kurulup, kısa bir süre sonra iktidara gelen Demokrat Parti, kurucu liderlerin oluşturduğu Cumhuriyet Halk Partisinin baskıcı ve asker-aydın birlikteliğine teslim olmuş modeline itiraz amacıyla yükselmiş ve iktidara gelmiştir. Kısa bir süre sonra halkın bu çabanın kendileri için refah ve huzur getirmeyeceği de anlaşılacaktır. Kurtuluş mücadelesi sonrası baskıcı ve otoriter yapısıyla Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Partiye yenilgi sonrası hürriyet, özgürlük, demokrasi söylemlerini ön plana çıkarmıştır. “Ortanın Solu” kavramı bu yenilginin esamesi olarak ileride kullanılmaya başlanacaktır.

Cumhuriyet Halk Partisi yenilgi sonrası Türkiye’de sol akımı temsil ettiğini belirten söylemleri bugün de aynı minvalde devam ettirmektedir. Bu çizgi eski günlerin gücünün geçmişte kalması ve yeni kapitalist dünyaya dönüşememenin yarattığı arafta kalma halinin tezahürüdür. Günümüz parti söylemleri sosyal adalet kavramı üzerinden veya sınıflar arası çatışma düşüncesinden uzak, iktidar karşıtlığı söylemleriyle, yeni sol kavramının kötü birer taklitçisi durumundadır. Ortanın Solu, sınıflar arası çatışmayı reddetmiş, uzlaşı noktasında yer almıştır. 1960 yılında yapılan askeri darbeyle birlikte, sol ideolojik düşüncesi egemen olmaya başlamıştır. Ortanın Solu, Kemalizm’e uzanarak kendine daha güvenli bir liman edinmiştir. 1961 Anayasası’nın kabul edilmesiyle siyasal örgütlenmeler artmış, sendikal hareketler, grev ve miting gibi haklar anayasada yer almıştır. İşçi ve öğrenci çevrelerinde bu ivmeden etkilenmiştir.

Türkiye’deki sol akımların yükselmesinin felsefi-ideolojik bir yanı yoktur. Gelecek döneminin ilerlemesini sağlayacak ivmelere katkısı aydın ve entelektüel kişiler tarafından desteklense de bu kitle de daha sonra liberal demokrasinin yükselmesine sağlayan güruhun kendisi olmuştur. 12 Mart 1971 tarihinde askeri muhtırası, Sol’un bu yükselişini bitirmiştir. Otoriter yapı tekrar güçlenmiş akabinde sol fikir radikalleşerek tekrardan yükselişe geçmiştir. Ancak işçi kesimi ve sol fikir artık birbirinden uzaklaşma eğilimi göstermeye başlamıştır. Sol hareket bu nedenle devlet politikalarını etkileyecek güce sahip olamamıştır. Her zaman burjuvazinin yandaşı olmayı daha pratik görmüştür.  Sadece 12 Mart muhtırası değil, Türkiye’deki tüm darbelerin özünde Kurtuluş savaşı sonrası esnaf-tüccarın burjuvalaşmadaki beceriksizliği ve askerin bu sahayı kendisinin kapatma arzusu ile gerçekleşmiştir. Bu nedenle baskıcı ve otoriter kimliğe bürünmüştür.

Genç solcular bu baskı karşısında militer bir yapıya kavuşmuştur. Üniversitelerdeki düşünce kulüplerindeki radikal sol örgütlenmeler, kır ve şehir gerillaları halinde silahlanmaya başlamıştır. Bu örgütlerin karşısında da Amerika Birleşik Devletleri’nin himayesinde Komünizmle Mücadele Dernekleri oluşmuş ve sağ sol çatışmaları ile devletin liberal ekonomik modelleri uygulaması da bir başka bahara kalmıştır. 1980 askeri darbesi de liberal ekonomik model uygulama ve yenilikçi yapılar kurma hedefini klasik kapitalist modellerle yürütmenin yeterli olacağı fikrini güçlendirmiştir. Türkiye’deki sol akım, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak politika üretememiştir. “Daha çok üreten halkça bir düzen” ifadesi ise yenilikçi olmamasına karşın ekonomik dar boğazdaki halk için kurtarıcı olmuştur.

 

Kabul etmeliyiz ki, Sosyalist partilerde, özgürlük, enternasyonalist, demokratik, planlamacı, doğa-insan ilişkileri, militarizm karşıtı ve cinsiyetçi olmayan söylemlere, LGBT hakları, azınlık hakları vb. düşüncelerle, sermayenin karşısında durmayı daha doğru bulmuşlardır. Oysa yaptıkları, ülkenin doğru kapitalist model kurmasını engellemiş, işçi sınıfının bunu sağlayacak dinamizmi ortaya koymasına engel olmak olmuştur.  Romantik sosyalist fikirler, günümüzde hala aynı romantizmi ve gerçek dışılığı ısrarla savunmaktadır.

 Türkiye’de sol hareket hiçbir zaman homojen bir yapıda olmamıştır. Kendi içinde tartışılacak romantik hedeflerle zaman geçirmiştir. Kendine toplumsal bir taban bulması bu anlamda değersizleşmiştir. Her sol fraksiyonu kendini tanımlayacak teorik mitler oluşturmuştur. Oysa bu mitlerin halkın sağlığı ve huzurunu sağlayacak değerler içermemiştir. En büyük eleştiri 1980’li yıllara olacaktır.  Özal’ın siyasi gücü liberal demokrasiden ve kapitalizmden değil eski gücün sahibi olan devlet kurumlarındaki askeri düşünce mekanizmasıydı. Bu döneler askeri darbenin sermaye üzerindeki tahakkümü ve kendince seçtiği sermaye gruplarının fütursuz gelişmesidir. Terörün varlığı da liberal demokrasinin gelişmesinde en büyük engel olduğunu, devletin kontrollü yapıyı tercih etmesini anlaşılabilir kılmaktadır. Türkiye’de sol kendini liberal olarak tanımlayamadı, sol kendini yıllar geçmesine rağmen hala devletçi konumda tutmayı yeğledi. Buda onun gelişme dinamizmini yakalamasına engel olmuştur. Bireysel anlamda özgürlükler peşinde koşan sol, ekonomik bağlamda devletin sahada olmasını istemiştir. Evin yaramaz çocuğu gibi, geç saatlerde dışarı çıkıp hoyratça eğlenmeyi tercihe derken, evin giderlerinin babası tarafından giderilmesini bekleyen ergen davranışlar sergilemektedir.

 

 

 

 

 8-TÜRK SOLU NEDEN İNTİHAR ETMEYİ SEÇTİ

Türk Solu intihar etmeyi mi seçti, yoksa kelebeğin kozasından çıkmak için dönüşüm süreci mi yaşıyor diye sorsalar ve bunu yüzdelik bir oranla tanımlanması istense, ikinci seçeneğin mümkün olduğunu söylemek hatalı olacaktır.

Türk Solu intihar etmeyi seçti. Çünkü varlığını yaratacak koşullar bu memlekette kendine yer bulamadı. Bulduğunu sandığı anlarsa diğer kapitalist ve sosyalist ülkelerin basit ve ucuz birer taklitçisi olmaktan öteye geçemedi. Öyle ki kendini sola, hatta Marksizm’e daha yakın gören özgürlükçü olduğunu iddia eden ayrılıkçı Kürt gruplarda vakti geldiğinde baskıcı ve otoriter olduklarını gösterdiler. Uzun zaman önce Al Jazeera Türk, "Sol Ne Yapmalı?" başlığı altında bir röportaj yayımladı. Bu röportajlarda asıl sorunun “yerli” olamama ve bunun yarattığı kaoslardan bahsedildi. Yerli olmak sol için bağnazlık, geri kalmışlık ve hatta faşizm ile denk görülüyordu. Kurucu kadroların ve sonrasında kadro hareketi ise yerli ve milli olmanın yolunu hazırlama çalışırken bugün ki siyasi sol irade aksi yönde olmayı gelişmişlik olarak görebilmektedir.

Her ne kadar radikal sol gruplar devletçi olmayı savunmuşsalar da, söz konusu yasadışı örgütlerin özgürlük adına hareketine de sempati ile bakmış ve nihayetinde yerli ve milli olmamayı kendilerine şiar edinmişlerdir. Batılı sol düşüncelerin kendisine, emperyalist gördükleri devletlerine rağmen büyük bir sempati ile teorileri aşırmışlardır. Ucuz ve taklitten öte geçemeyen bir yöntem belirlemişlerdir.

Türk solunun, milli olamama sorunu doğal olarak söylemde işçi ve köylü sınıfsal tanımının yanında olsa da bu sınıfların tam desteğini alacak duruma tarih boyunca gelmemiştir. Çoğunlukla bu eksikliğini “Alevilere ve Kemalistlere” dayandırarak eksikliğini gidermeye çalışmıştır. Burada asıl sorulması gereken soru neden “yerli” olma beceresini gösteremediler. Bunda halkın en başta dini inancını hor görmelerinde yatmaktadır. İslam onlar için geri kalmanın asıl sebebiydi ve asla ittifak kurulacak değil aksine karşısında durulması gereken bir rakip ve hatta düşman olarak görüldü. Komünizmin dini yok sayması Türkiye solunun bu minvalde bakmasına neden oldu.

Alevi toplumunun, ekseriyetinin sol fikir üzerinde yoğunlaşmasını hem dini hem kültürel bakış açılarına bağlamak mümkün. Nihayetinde uhrevi değil dünyevi bakan bir anlayışa sahip. Buda daha materyalist bakmalarına neden oluyor. Bunun kötü olduğunu söylemek doğru olmaz. Devletin Alevilere sert ve baskıcı davranması, onları yok sayması sonucu bu ayrışmanın kesin ve onarılması güç durumlar doğurmasına neden olmuştur.

 Garo Paylan ifade ettiği güzel bir söz var. Türk solu kimlik meselesi üzerine tartışmıştır. Oysa sınıf meselesi üzerine yoğunlaşmalıydı. Bu sözün arkasından olmak gerek. Nihayetinde liberal demokrasi ve kapitalist ekonomik modelin üretim gücünü artırdığı gerçek ancak bunun için güçlü bir sınıf bilincinin itici gücüne her zaman ihtiyaç olacaktır. Sınıflar arası fark kabul edilmeli ve aradaki farkın huzursuzluk yaratmasına izin vermeden, satın alma gücü yüksek, güvenli olma duygusunu sahip işçi ve emekçi kitlenin dinamizmine ihtiyaç vardır.

Sol Türkiye de her zaman dinsiz, yabancı sempatisi yüksek, burjuva (ne kadar ironi oysa) olarak görülmüştür. İktidara gelememiş, ama iyi bir muhalefette yapamamıştır. Alternatif modeller üretecek teorik ve pratik deneyimi zayıf ve beceriksiz olmuştur. Kemalist fikirlere sahip olmanın kendilerine yeteceği kanaati, onları milli yapmaya yetiyormuş gibi hareket etmektedirler. Alternatif üretememe becerisinin olmaması esasında sınıfsal dinamizmin doğru kullanılmamasından kaynaklanmaktadır.  İşin kolayına kaçıp batının fikirlerini, sosyalist modelle entegre etmeye çalışan tuhaf düşünceler silsilesi oluşturmuştur.

Her ne kadar sosyalist Müslümanlar gibi yeni sesler ortaya çıkmış olsa da, muhalif kimlikleri radikal sol ve liberal sol tarafından yandaş olarak görülüp kendi içerinde esaslı teoriler üretmesine mâni olmuş, onların pratikliği içerinde etkisiz kalmasına neden olmuştur. Kimlik siyaseti güçlü ekonomi ve toplumsam huzurun en büyük düşmanı olacaktır. Kimlikler, sınıfsal problemden ayırmak gerektiği düşünen düşünceler yaygın bir şekilde güç kazanıyor. Kürtlerin kendilerine ayrımcı davranıldığı düşündüğü an, sınıfların kazanımları anlamsız kalacaktır. Oysa mesele tamamen güçlü bir ekonomik düzen üzerinde yürütülse, kimlikten kaynaklı ayrışmanın çok kolay bertaraf edileceğini görmek gerekiyor.

Liberalizm tanımı solun hoşlanmadığı kavram olarak karşımıza çıkıyor. Oysa bugün liberal düşünceye sahip olmak entelektüel bir tavır olarak görülmektedir. Meselenin milliyetçilik tavrı da çok ilginç bir durum almaktadır. Atatürk Milliyetçiliği kavramı da yaygın olarak kullanılmaktadır. Mesele şu ki, kavramlar üzerinde pek becerikli olunduğu söylenebilir. Toplumun kendileri gibi düşünmeyen kitleden hızlıca ayırarak başka kavramlar üzerine tanımlamalara gitmeyi tercih eden bir süreç işlemektedir. Milliyetçilik kavramı, gerici ve faşizan olarak tanımlanmaktadır. Milliyetçilik bu ülkenin bağımsızlık mücadelesinin temel taşlarından oluşmuştur. Ve kurucu kadrolar arasında milliyetçi, Turancı, dindar liderler, komutanlar olmuştur. Velhasıl sol düşünce, kendisi asla kendi yurdunda yetiştirecek fikirlere sahip olmamıştır. Bu nedenle iktidardan ve yönetmekten uzak bir yapılanmaya girmelerine neden olmuştur.

  Prof. Dr. Deniz Ülke Kaynak, Travmadan Zafere adlı kitabında, “Kolektif aidiyetler üzerine inşa edilen büyük grup kimliklerine, yani dini, etnik, ulusal. Sahip olmamız iyi bir şey mi yoksa kötü müdür?”  Sorusunu soruyor ve devam ediyor. Bulgar yazar Georgi Gospodinov, Hüznün Fiziği adlı kitabında şu ifadeyi kullanıyor, tek bir kimlik vardır. Canlı varlıklar arasında canlı bir varlık olmak ancak canlı bir varlık olmamız bu farklılığı. Tanımlayıcı birden çok sıfatının bulunduğu gerçeğini değiştirmez. Her birey çok sayıda biz olgusunun yani çok sayıda büyük grubun parçası olarak varlığını sürdürür. Bir ailenin üyesi olmakla başlayan bu toplumsallaşma süreci, akrabalık, aşiret, kabile bağları genişler, biyolojik ve etnik köklerimiz dini, mezhepsel aidiyetleri biz milli kimliğimiz türünden katı ve sıkı bağlar gibi mesleki sportif ilgi ve çıkar grubu ayetlerimizi tümünden nispeten daha gevşek olan bağlarımız da vardır. Çıkarlar ve beklentiler farklılaştığı anda sosyal gruplaşmalar da dalgalanarak yön değiştirirler. Büyük gruplar kendilerine yönelik bir tahdit aldıklarında veya kolektif bir örselenmiş yaşadıklarında çoğunlukla ilkel bir saldırganlık ve korku duygusu tetiklenir ve kolektif kimlik geri çekilme yaşar.

Bu geriye çekilme yani regresyon dürtü kontrolünün azalması, kaygıya karşı azalan tolerans, rasyonel düşünme ve karar alma kapasitesinde eksilme sonucunu doğurur.  Kabul dilmelidir ki, Türk Solu intihar etmeyi seçti. Ve asıl sorun henüz bunun farkında değil. Yeni bir siyasi oluşum ve farklı bir yapılanmayı kurmak zorunda. Bu sol düşünce kimlikler üzerinde değil, sınıfların varlığını güçlü kılmak için çalışma zorundadır. Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinde, aydınların ilerici olmalarını ve bunu sonucunda olarak Marksizm’e yönelmelerini anlayışla karşılamış ancak ilerlemenin kolay olmayacağını ve hatta kolayca tehlikeli kararlara götürebileceğini ifade etmiştir. Marksizm ilerici bir program olsa da teorik ve pratikte yük olması onları daha radikalleşmeye itmiştir.

Popper’in paradoksları, Türk solu için üzerinde çokça tartışılması gereken hususlardır. Bunlar üzerinde tartışarak en azından yöntem konusunda tekrar düşünmelerine imkan verecektir.

a-Herhangi bir şeyin gerçekleşeceğine ilişkin kehanet, o şeyin gerçekleşmesinin nedeni olabileceğini söyleyen kehanet paradoksu. Gerçeği değil de arzumuzu ifade eden bir düşünceler, bu arzunun gerçekleşmesinin nedeni olabilir. 

b- Kendi haline bırakırsanız gerçekten meydana gelecek olan bir şeyin gerçekleşeceğini söylediğiniz için artık gerçekleşmemesi söz konusu olacak olan kendi kendisinin gerçekleşmesine engel olan kehanet paradoksu. Marx'ın kapitalist toplumun geleceğine ilişkin kehaneti buna örnek verilebilir. Kapitalist toplumun kendi iş mantığı veya mantıksızlığı sonuçta zengin bir azınlığa ayrılacağı, orta sınıfın hemen hemen tamamen yok olacağı, proletaryanın ayağa kalkacağı, sınıfsız veya komünist bir toplumun gerçekleşeceğini söylemesi buna güzel bir örnektir.

c-Herhangi bir engelleyici denetimin yokluğu anlamında özgürlüğün, zorbaları, zayıfları kendilerine köle etmekte, özgür bırakacağı için büyük bir despotizme  yol açmak durumda kalacağını söyleyen özgürlük paradoksu.  Özgürlük paradoksunun çözümü de Popper'ın ve daha başkalarını da işaret ettikleri gibi hiç de o kadar zor ve imkânsız değildir. Bu Liberalizm ile devletin işin içine karışması, araya girmesi birbirine aykırı şey değildir. Daha basit bir deyişle özgürlük yasaya, kurala, denetime aykırı bir şey değildir. Tam tersine devlet tarafından güven altına alınmadıkça özgürlüğün hiçbir biçimi mümkün değildir.

d-Çoğunluğun bir tiranın hükümran olmasına karar verebilmesi imkânı veya başka bir dille ifade edersek çoğunluğun demokratik bir yolla demokrasiyi ortadan kaldırmaya karar vermesinin mümkün olmasını söyleyen demokrasi paradoksudur.  

e-Sınırsız hoşgörü, zorunlu olarak hoşgörünün ortadan kalkmasına yol açacağını savunan hoşgörü paradoksu. Eğer hoşgörüsüz olanlara da hoşgörü gösterilirse, hoşgörülü olan toplumu hoşgörü, olmayanların saldırısına karşı savunulmazsa hoşgörülerinin kendisi ortadan kalkacaktır.

f-Yalancı Paradoksu şunu ifade eder: Bir Giritli bütün Giritlilerin yalancı olduğunu söylemektedir. Eğer bu önerme doğruysa kendisi de bir Giritli olduğuna göre kendisi de yalancıdır. O halde bütün Giritler yalancı olduğuna dair sözü bir yalandır.    

9-SONUÇ:

Bu makale salt Türk solunun eleştirmek amacıyla yazılmamıştır. Nihayetinde bir dönüşüm yaşamak istiyorsa bunun nasıl sağlaması gerektiği cesurca ortaya çalışmaktadır. Bireysel tanımdan uzak tutarak salt sol kavramının ideolojik bakış açısı ve teorileri açısından Türk Sol’unun milli olmadığını, inançlı olmadığını, yerli olmadığını ifade etmektedir.

Richard Sennett, Oriteriter adlı eserinde bahsettiği üzere “Sadakat, otorite ve kardeşlik bağları olmaksızın bir bütün olarak hiçbir toplum ve bu toplumun hiçbir kurumu uzun süre işlevselliğini koruyamaz. Bu nedenle duygusal bağların siyasi sonuçları vardır. Bu bağlar genellikle özgürlüklerini ellerinden alan karizmatik bir lidere sadakatle bağlandıklarında olduğu gibi insanları kendi çıkarlarına karşı da birleştirir.  Otorite temel bir gereksinimdir.”

 Bu otorite; kontrol edilebilir ve sınıfsal değerlere sırtını dönmemiş kapitalist ekonomik modellerle ve bunun sağlayacağı yüksek entelektüel düşünce üretimi, demokrasi ve bilimsel kalkınma serçini doğuracaktır.

Türkiye solunda, Muhafazakâr Sol parti, Milliyetçi Muhafazakâr Sol parti gibi terminolojiler uzak değil, üzerinde konuşulması gereken fikirlerdir.

 

 10-KAYNAK

1- Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries)

 Cilt/Volume: 9, Sayı/Issue: 1, Yıl/Year: 2014

 2-Avrupa’da Erken Dönem Sosyalist Teori ve İşçi Hareketleri (1830-1840)

3-Kadro Hareketi, Dünyada ve Türkiye’de Ulusçu Sol ve Üçünçü Yol Arayışı,2025, Kırmızı Kedi yayınları

4- Richard Sennett, Oririter.

5-Jose Ortega Y. Gasset: Kitlelerin Ayaklanışı

6-Julien Benda, Aydınların İhaneti

7-Thomas Pikety, Eşitsizlikler Ekonomisi

8-Prof.ç Dr. Ahmet Arslam, İslam, Demokrasi ve Türkiye

9-Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası

10-Roger Scruton, Soytarılar-dolandırıcılar- yaygaracılar yeni sol düşünürleri

bottom of page